Osman Akınhay: Twitter’ı 2011 Ocak ayında Tahrir İsyanı’yla fark ettim. Ama, toplumsal muhalefetin kullanması noktasında Twitter’ın esas ilgimi çekmesi KCK ve benzeri davalarda insanların bizzat duruşma salonlarına girip yurttaş gazeteciliği sergilemesiyle oldu. Alternatif bir medya söz konusuydu ve o da eşzamanlı olarak Facebook’a yansıyordu. Twitter anlık ve çok yaygın, Facebook ise iz bırakan bir etkiye sahip. Mısır’daki isyanda Facebook’un çok etkisi var. İspanya’daki Öfkeliler hareketinde Twitter daha çok öne çıkıyor. Hem Facebook’un hem Twitter’ın şirket merkezlerinin olduğu ABD’deki Occupy hareketinde ise bu iki mecranın da etkisi çok az. Tam tersine, Occupy eylemleri basında ve televizyonda görünür olduktan sonra sosyal medyanın daha aktif devreye girdiğini gözlemlemiş Paolo Gerboudo.
Sosyal medyayla ilişkisi açısından Gezi isyanıyla Occupy Wall Street’i siz nasıl karşılaştırırsınız?
Mısır’daki isyan bir patlama şeklinde gerçekleşti. Öfkeliler hareketi de buna benzerdi, ama çok ince ayrımlar olduğu kanaatindeyim. Madrid’deki hareket merkezî bir alanın zaptedilmesi, eylemlerin onun etrafında örgütlenmesiydi. Dolayısıyla, Öfkeliler ve Gezi daha çok birbirine benziyor. Occupy’la Türkiye’nin benzerliği daha az. Mısır’ın dışında, gerek İspanya gerekse ABD’deki hareketler için gözlemim daha çok protesto örgütlenmesi olduğu. O ülkelerde düzenin, rejimin tehdit edilmesi, sarsılması yoktu. Türkiye’de, Gezi isyanı siyasî iktidar açısından bir rejim meselesi olarak değerlendirildi. Türkiye’deki direnişin İspanya ve ABD’ye göre yıkıcı niteliği yüksek.
Üzerinden bir yıl geçtikten sonra, Gezi isyanının etkisi hâlâ gücünü koruyor mu?
Toplumsal mücadeleler tarihi bize şunu öğretiyor: Patlamalar tarihin nadide çiçekleri gibidir. Az açarlar, açtıkları zaman çok şaşırtırlar, insanların zihinlerine nüfuz ederler. Fakat etkileri daha sonra tartışılır. Patlama devrime yol açmadığı sürece, başta iktidarlar olmak üzere düzenin restorasyon hareketleri gelir, evcilleştirmeye, kontrolü altına almaya çalışır. Bugün henüz bu aşamada değiliz, fiziken bir geri çekilme olduğunu gözlemekle birlikte, Gezi ruhu kaybolmadı. Gezi ruhu Türkiye Cumhuriyet tarihinde aşağıdan gerçekleşen en güçlü ayaklanmadır. 12 Eylül öncesini yaşamış biri olarak böyle kendiliğinden patlamaya şahit olmadım. 31 Mayıs’ı, o geceyi bizzat yaşarken bile hissettiğim buydu.
Sol hareket, protesto hareketleri, toplumsal hareketler; bunlar arasındaki fark nedir?
Arada analitik farklılıklar olabilir, ama çok önemli olduğunu sanmıyorum. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teziyle beraber kapitalizmin mutlak zaferini ilan ettiği bir çağdan, 1990’dan sonra, Batı’da birincisi Seattle’da simgelenen bir toplumsal muhalefet gelişti. Buna küreselleşme karşıtı hareket dendi. Bu hareket kabaca Irak’ın işgaline kadar sürdü. Orada savaş karşıtı harekete dönüştü, doruk noktasına ulaştı. Savaşın patlamasından sonraysa o hareketin söndüğüne tanık olduk. 2005’te, Fransa’daki banliyö isyanlarıyla başka bir yüzyıla geçtiğimizi anladık. Toplumsal hareketler açısından 1990 öncesiyle arada yüzyıl kadar bir fark vardı. Küreselleşme karşıtı hareketle günümüzün eylemlerinin birbirini takip ettiği söylenebilir, ama Paolo Gerboudo kitapta Seattle, Cenova ve benzeri sosyal forumlar, G7 eylemleri gibi hareketlerin esasen daha dikey olduklarını söylüyor. 2011 sonrası eylemlerinse daha yatay olduğu görüşünde. Burada tabii sosyal medyanın da etkisi var. İletişim teknolojisi değişince onun mecrası da değişiyor. 1900’lerin başında Lenin ve Bolşeviklerin gözünde Iskra neyse, gazetenin rolü neyse bugün o rolü önemli ölçüde sosyal medya üstleniyor. 20. yüzyılın isyanları ve muhalefeti 21. yüzyılın isyanları, muhalefeti ve devrim araçlarından oldukça farklı. 20. yüzyılda kurucu isyanlar vardı. Bir devrim hedefi vardı, araya ne kadar mesafe konsa da sosyalist sistem diye bir olgu vardı. Devrimin olabileceğine, sosyalizmin gelebileceğine inanıyordunuz. Bunun için de kararlılıkla mücadele ediyordunuz. Bunun motoru neydi? Proletarya hareketi. Onun dayanağı neydi? İşçi sınıfının şalteri indirerek hem ülkede hem dünyada üretimi kesebilecek, yani dünyayı durdurabilecek fizikî güce sahip olduğunun telakki edilmesiydi. ‘90’dan sonra, kapitalizmin en büyük karşı devrimi esnek üretim ve güvencesiz çalıştırma rejimidir. Bu üretim ve çalıştırma rejimi sol harekete temelde iki darbe vuruyor. Birincisi, ülkedeki ekonomik ve sosyal hayatı ciddi ölçüde etkileyebilecek fizikî gücü elinden alıyor. Fransa’daki gibi 6500 kişilik Renault fabrikası veya Türkiye’de 1960’ların başındaki Kavel, Netaş direnişleri gibi hayatı felce uğratabilecek büyüklükte fabrikalar parçalanıyor. Peki, bu ne sonuç veriyor? Son Türk Hava Yolları grevini düşünün, 4500 kişilik bir işyeriydi söz konusu olan. Bunu altmışar, yüzer kişilik firmalara böldüğünüzde, bunların da işlerinin bir kısmını dışarıya havale ettiğinizde, bütün 20. yüzyılı, hatta 19. yüzyılı karakterize eden işçinin birleşik gücünü, dayanışmasını, “şalteri indirirsek sistemi felce uğratırız” düsturunun nesnel temelini ortadan kaldırırsınız. Tariş eylemlerini, Çapa direnişini, Kazova’yı düşünün, böyle yüzlerce tekil direniş var, fakat bu direnişlerden “işçi sınıfı” adına başka işyerlerine, işçi hareketine bir birikim aktarılamadığını, enerji taşınamadığını görüyorsunuz. Artık işçinin birleşik güç olarak iktidarı sarsması yerine, neredeyse işçinin, emekçinin birbirinin kurdu haline geldiği bir sistem söz konusu. Bütün dünyada fakirlerin sayısının giderek çoğaldığını, fakat aralarındaki bölünmelerin de sertleştiğini, onları moral, siyasî, ekonomik olarak birbirine bağlayan sloganların, düsturların, ideolojilerin çok etkisiz kaldığını görüyoruz.
Güvencesizlik ve esnek çalıştırılma koşulları artık beyaz yakalılar da dahil bütün çalışanları kapsıyor...
Bunu Gezi isyanına taşıyalım. Hep konuşuldu: “Neden işçi sınıfı buraya gelmedi?” Gelmemesinin sebeplerinden biri Taksim’in uzak olması; işten çıkıp oraya gelmeleri saatler alabiliyordu. Beyaz yakalılarsa akın akın geldi. Bu yalnızca fizikî mesafeden değil, istihdam rejimlerindeki farklılıklardan da kaynaklanıyor. Mavi yakalının işvereniyle arasında hâlâ bir bağı var, güvence onu tutuyor. Güvencesiz çalışan beyaz yakalı 8 bin lira maaş da alsa, kendini 1200 lira maaş alan mavi yakalı işçiden zayıf hissettiği için harekete geçiyor. 30 Mart 2014 yerel seçimleri sürecinde yaşanan solun birlikte tavır alması tartışmaları bir kez daha Türkiye solunun zafiyetini ortaya koydu, solun birlik olmasında büyük sıkıntılar var. Bu büyük sıkıntıların nesnel temeli bugünkü istihdam rejimi. Emekçilerin zihin yapılarını belirleyen, aslında slogansızlıkta da ifadesini bulan bir sıkıntı bu.
Gezi’de en dikkat çekici duvar yazılarından biri de “Slogan bulamadım”dı…
Gezi çok slogan üretti. Birleşmenin formülünü de koydu. İsyanın kendi içinden çıkardığı forumlar Türkiye sol hareketi için bugün büyük bir şans. 15 Haziran (2013) sabaha karşıydı, birkaç gündür Gezi Parkı’nın boşaltılması konuşuluyordu, örgütlerin büyük bir kısmı boşaltılmasından yanaydı. Hezimetten, parkın talan edilmesinden, ölümle sonuçlanacak bir saldırıdan korkuyorlardı. Taksim Dayanışması o gece boşaltma kararını açıkladığında yuhalandı. Aynı esnada, Gezi Parkı’nın içinde yedi ya da sekiz meclis kuruldu. O meclisler tartıştı ve parkın boşaltılmaması kararı çıktı. O karar hem sol örgütlere hem de Dayanışma’nın iradesine karşıydı. Bence çok isabetli de olmuştu. Birkaç gün daha direnme imkânı bulduk. İktidar biraz daha teşhir oldu. Mecidiyeköy’e askerî cemseler getirildi. Askerî vesayet konusunda iktidarın nerede durduğu da bu vesileyle ortaya çıktı. Daha sonra, o meclisler forumlara taşındı. Forumlar 1905’teki sovyetlere, İtalya’daki işçi konseylerine benzeyen, yerel, aşağıdan, kendiliğinden oluşumlar. Forumlar Gezi İsyanı’nın doruğudur. O imkânla muhalefetin birliği sağlanabilir. Emniyet verilerine göre, iki buçuk milyon kişi Gezi İsyanı’na katıldı. HDP’ye, diğer sosyalist partilere bu insanlardan giden oy herhalde 30 binden fazla değildir. Diğerlerinin çoğu CHP’ye oy verdi veya vermedi. Ama solun genişleme alanı yine de Gezi’ye katılmış olan kitledir.
Forumlar da yatay örgütlenme imkânı sağlıyor, öyle değil mi?
Hem yatay hem dikey. Dünyadaki örnekleri de düşünün, Ekim Devrimi’nin kendini meşru göstermesinin, mümkün kılmasının en büyük dayanağı halkın organları olan Sovyetler üzerinde yükselmesiydi. “Abbasağa Forumu şu kararı aldı” dendiğinde mesela, Halkevleri’nin, ÖDP’nin, herhangi bir partinin karar almasından farklı şekilde çınlıyor. Hele ki iki buçuk milyonu isyan etmiş Gezi kitlesinin gözünde çok daha meşru, ona çok daha doğrudan hitap eden, birey olarak siyasî faaliyetin içinde çoğalma imkânı veren bir oluşum bu. Kitapta Paolo Gerboudo’nun da anlattığı şu: Sosyal medya birbirinden çok dağınık yerlerde bulunan, çok farklı ekonomik, toplumsal konumlara sahip insanların arasında bir duygudaşlık yaratıyor. O duygudaşlık eylemlerde insanları yönlendiriyor, ama duygudaşlık hissi de bir yere kadar.
Çevrimiçi hareketlilikle çevrimdışı olanın, sahanın ilişkisinin altını çiziyor yazar sıklıkla.
Bir yere kadar duygudaşlığın insanları bir araya getirdiğini, fakat daha sonra dinamonun sahaya, eylemlere geçtiğini görüyorsunuz. Ne Facebook’u ne de Twitter’ı kuranlar bu mecraların Tahrir’de kullanılacağını düşündü. Tersine, insanların sosyalleşmesi üzerinden para kazanmayı öngördüler. Ama bu mecra insanlara başka bir teknolojik iletişim imkânı getirdi. Facebook’un, Twitter’ın iktidarla ilişkilerinin nasıl gelişeceğini zamanla göreceğiz. Onların da eylemcilerden yana tavır alacağını zannetmiyorum.
Türkçe baskının önsözünde yazar şu soruyu soruyor: “Sosyal medya aktivizmi, her şeyin anında eskitildiği bu dünyada şimdiden geçmişte kalmış bir şey midir?” Sizin için bu sorunun bir yanıtı var mı?
Dünya çok hızlı. Milan Kundera’nın “Yavaşlık” romanında anlattığı gibi, dünya çok hızlıyken biz nerede duracağız? Biz nasıl hareket edeceğiz? Hızımızı nasıl belirleyeceğiz? Elbette her şey eskiyor. Türkiye’de iki saat internetten koptuğunuzda gündem değişiyor. Facebook Türkiye’de beş-altı yıldır çok yaygın, eskimiyor, insanlar geliştirerek kullanıyor. Belki başka teknolojik kanallar çıkar, daha popüler olur. Ama internet üzerinden duygudaşlık devam eder.
Kendi gençliğinizle kıyasladığınızda, günümüz gençliğinin öğrenme, merak etme, heveslenme, örgütlenme tavrını nasıl yorumluyorsunuz?
Hiçbir tarihsel dönem birbirinin aynı değildir. Geriye kalan tek olgu kapitalizm. Gençliğimin geçtiği ‘70’li yıllar farklıydı, arada ‘80’li ve ‘90’lı kuşaklar ortaya çıktı. O kuşaklar faşist cunta döneminin depolitizasyon siyasetine bağlı olarak daha farklı bir gençlik geçirdi. Her şeyden önce, lise eğitimine büyük darbe vuruldu. ‘70’li yıllar dünyadaki devrimci dalganın son demlerini yaşıyordu. Küba’nın, 68’in izleri tazeydi. Afrika’da devrimler oluyordu. O zamanın eğitimi, toplumsal hayat başkaydı. Ama bu kuşak da Haziran isyanını gerçekleştirdi. “Gezi Ruhu” kitabımın girişinde yazdım: “Bu isyanı biz değil, genç kuşak gerçekleştirdi. Bize kalansa, onu en müstesna yerinden –içinden- doyasıya seyretmek oldu”. Ama neyi, ne kadar biliyorlar, bizimle kıyaslanır mı? Bunlar çok göreli. Cesaretse, cesaret. Bu gençlerin aktivizminin daha geri olduğu anlamına gelmez. Kavramlar önemlidir; aktivizm diyoruz, bu çok sorunlu, bizim zamanımızda militanlık deniyordu. Arundhati Roy diyor ki: “Aktivizm cumartesi-pazar eylem yapıp hafta içi işine gücüne bakan sivil toplum odaklı bir kavramlaştırmadır”. Şu anda isyan kuşağı içinde olduğumuzu, bütün dünyada toplumsal muhalefetin kabardığını ve bunun kendi örgütlenmesini zorlayacağını düşünüyorum.
Twitter’la aranız nasıl?
Gazete okumuyorum. Twitter’a bakıyorum, okunacak olanın linkini öğreniyorum. Bazen o linki açmaya bile gerek duymuyorum. Bir konuya değinilmesi, birilerinin eleştirmesi ya da övmesi yetiyor. Ama öte yandan, çok fazla zamanımızı aldığı için, her şeyi bilme merakını kışkırttığı için bu sefer içeriğe yönelme, derinleşme imkânı azalıyor.
Gezi direnişinin en dikkat çeken yanlarından biri de sloganlardaki mizah duygusuydu…
‘80-90 arasında hapishanedeydim, ama ‘70 ve ‘80 arası, hatta Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) birinci döneminde, daha asık yüzlü bir politika geçerliydi. Mizah ve militanlık yan yana durmazdı. Gırgır dergisi çok satıyordu, ama mizah günlük politik kodlarımıza bu kadar girmemişti. Bir süre önce Taksim İlkyardım Hastanesi’nin duvarında gördüm: “İsyan devrim özgürlük, duvar bitti amk”. Böyle bir yazıyı biz tasavvur etmezdik. Edemezdik değil, tasavvur etmezdik. ‘68 kısmen kentli bir hareketti, İstanbul ve Ankara ağırlıklıydı. ‘70’lerde toplumsal muhalefet bütün ülkeye dağıldı ve köylüleşti. Onun kültürel kodları hayatımızı yönlendiriyordu. Deniz Gezmiş Rodrigo dinlemeseydi klasik müzik de meşru sayılmayacaktı. Giderek sol köylü hareketi oldu, hapishane ve Kürt hareketinin toplumsal bileşimi de bu dozu arttırdı. Yeniden kentli kültüre dönüş ÖDP’yle oldu. ÖDP’nin “aşkın ve devrimin partisi” olması esprisi muhalefeti yeniden kente döndürdü. Gezi isyanı da muhalefeti yeniden kentlileştirdi.
21. yüzyılın devrim hayali sizce nasıl?
Proleter devrimin, proleter enternasyonalizmin kavram ve anlayış olarak eskimesiyle dünya şu anda ütopyasızlığın içinde. Bu ütopyasızlık siyasal hedefsizliği de beraberinde getiriyor. Geçen yüzyıldaki karşıtlık emek ve sermaye iken, bu yüzyıl insan ve doğa arasındaki karşıtlığı da içeriyor. Dolayısıyla, hem siyasî hem ekolojik mücadelenin sonucu insanın kurtuluşunu belirleyecek. Bu yüzyıl kendi gençliğiyle örgütlenmesini, ütopyasını, kurtuluş yolunu yaratacaktır.
Özellikle hatırladığınız, çok hoşunuza giden tweet’ler var mı?
Elif Şafak’a “ticari sağa çek” denmesi unutulamaz! Müthiş başka tweet’ler de var. Bazı geceler, pijama partisi yapar gibi Twitter partisi yapıyoruz. Bir yayıncı olarak söylüyorum ki, selüloz kâğıda basılı harflerden çok Iphone’un içindeyiz!